1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

İbadetler ve İhlâs

Gönderilme zamanı: 21 Ara 2013 16:57
gönderen BEDİR_SAMED
İçine bir şey karışması mümkün iken karışmayıp asıl halini korumuş olan şeye saf katışıksız manasına “halis” denilir. Mesela süte suyun karışmaması durumundaki saflık, halislik gibi. Süt, ilk haliyle sağlığa aykırı başka bir şeyle karışmamış olarak saf haldedir, biz de bundan faydalanırız. Anne sütü de böyledir. Allah Tealâ onu bebek için saf bir gıda yapmış, onunla beslenip gelişmesini sağlamıştır.
Bu saflık, katışıksızlık, halislik dinî hayat için de son derece önemlidir. Müminin kalbini, ibadet ve taatini zararlı unsurlardan arındırmasına, halis, saf kulluk etmeye ihlâs denir. Sözlükte, ibadetlere Allah rızasından başka maksat karıştırmamak olarak geçer. Tasavvufta, kalpteki karışıklıkların, kirlerin giderilmiş olması anlamını taşır. Kalbin kirleri nelerdir? Riya, hırs, haset, öfke, şehvet, iftira, kusur arayıcılık, yalan, cehalet ve benzerleri kalbin kirleridir, ihlâsı bozarlar.
Başkası görsün diye ibadet etmek riya, başkası görmesin diye adet halindeki ibadeti saklamak da riyadır. Başkası görünce içten içe ibadetiyle övünmek de riya olur. Hatta buna gizli şirk denmiştir ve Allah Tealâ’nın hiç sevmediği bir iştir. İbadete Allah Tealâ’dan başka bir şeyi, yani para, övülme, saygınlık elde etme isteği ve benzerini katmak şirk olur ki ihlâsın zıddıdır.
Ebu Süfyan Uyeyne rh.a hazretleri sabah namazına giderken cübbesini ters giymişti. Gün ağarınca cemaatten biri fark etti ve;
– Hocam cübbeyi ters giymişsin, düzeltelim, dedi. Ebu Süfyan:
– Oğlum, ben bu cübbeyi Allah için giydim. Çevirirsen süslenme olur. Eve gideyim, tekrar giyerken yüzünü giyerim. Şimdi süslenmek için tersini yüzüne çevirmem, dedi.
Amelden önce ilim sahibi olmak, yani yapılacak ibadet hakkında bilgi edinmek ve niyeti düzeltmek gerekir. Amelin içinde ihlâslı olmak, amelden sonra da her zaman Allah’ın rızasını aramak şarttır.
Riya, Allah Tealâ’dan başkasının hoşnutluğunu gözetmek suretiyle amelde ihlâsı terk etmektir. Riyakâr hakkında söylenen sözlerin en hafifi “riyakâr”, “hilekâr”, “müşrik”tir. Mahşer günü bu isimlerle çağrılır.
Bir adam oruç tutarken Allah’a yakınlığa niyet ettiği gibi, zayıflamak niyetinde olsa ya da sıhhatinin düzelmesine niyet etse; hacca giderken Allah için oralara gittiğini düşünürken hava değişimi yapmayı, çoluk çocuğun gürültüsünden başını dinlemeyi ya da ticaret yapmayı niyetine katsa; abdest alırken serinlemeye niyetlense amelleri ihlâstan uzaklaşmış olur. Hülasa Allah Tealâ başkalarıyla ortaklıktan uzaktır, ibadet yalnız O’nun için yapılır.
Uyku hali gibi… Uykuya para, menfaat, ve benzeri hiçbir şey karışmaz. Onun için uykuya yarı ölüm denmiştir.
Az olsun çok olsun, gönlün meylettiği, nefsin haz duyduğu dünyalıktan herhangi bir şeyin Allah için yapılan bir işe karışmasıyla, o amel berraklığını kaybeder, safiyeti bozulur. Haz duyduğu şeyin miktarı kadar ihlâs noksanlaşır. Ayrıca haz duyduğu şeylere bağlanarak şehvetler de artar. Şehvet nefsin bir halidir ve ihlâsı bozar. Tıpkı balı sirkenin bozduğu gibi… Yani ihlâsla nefsanî haller bir arada olmaz.
İhlâsın ilacı nefsin arzularını kırmak, dünyaya tamah etmeyi bırakmak, kalbe Allah’ın rızasını yerleştirip ilâhi muhabbeti elde etmektir. Böylece basit gayelerden kurtulup doğru bir yönelişle Allah Tealâ’ya yönelmek mümkün olur.


Hak Yolun Kılavuzları
Allah Tealâ, rızasına giden yolu bizlere bildirmiş ve dinini tamamlamıştır. Dinin hükümleri açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Geriye bu yüce dini yaşayarak olgunlaşmak, güzel ahlâkı hakim kılarak insan onuruna yaraşır bir hayat inşa etmek kalmıştır. Dinimiz her yönüyle tam ve eksiksizdir.
Dinimizin mükemmelliğine rağmen bizlerin yanlış mecralarda ömür tüketmesi nefsimizin kötülüğe meyilli olmasından kaynaklanıyor. Kötülüğe olan meylimiz dini yaşamakla elde edilecek büyük faydaya ulaşmamızı engelliyor. O halde nefsin terbiye edilmesi, kötülüğe meylin giderilmesi gerekiyor.
Evet; dinimizde hiçbir eksiklik yoktur. Ayetler, hadisler tamam. Mealler, tefsirler çeşit çeşit. Fıkıh hazır, hükümler, kitaplar hazır. Ama insan dine uymazsa ne faydası olur. Çünkü kitaplar insanın elinden tutup hayra götürmez. Namaz bahsini yüz kitap yazacak kadar bilsek bile namaz kılmadıktan sonra ne faydası olacak.
Allah’ı gerçekten bilmek, sabahlara kadar süren ilahiyat tartışmalarıyla değil, O’nun emirlerine uymakla olur. Tamam, iman bahsi açısından Allah’ı bilmek ayrı, emirlerine uymak ayrıdır. İman yönüyle Allah’ı bildim diyen mümindir, müslümandır. Ama Allah’ı bildim, anladım diyenin samimiyeti ve olgunluğu emir ve yasaklara ne ölçüde uyduğuna bağlıdır.
Allah’a muhabbet ve itaat, nefsin ıslahı ile olur. Islah ve terbiye olmayan, ne kadar bilgili olursa olsun, Allah’ın emirlerine uymakta noksan kalır.
Ebu’l-Hasan en-Nedvî hazretleri “Dini yenileme, ihya, İslâm’da yüksek bir makamdır. Hazret-i Peygamber’den sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. Bu bakımdan Allah Tealâ, dini yenileme işini peygamber vârisi olan kâmil insanlara bırakır.” demiştir.
Dini yenilemek nedir? Esasen din yenilenmez, fakat zamanla içerisine katılan bidatlar, bozuk inançlar, ayet, hadis ve fıkıhtaki yanlış anlaşılmalar düzeltilir. Yani İslâm’ı bozmaya çalışan kötü fikir ve yanlış inançların temizlenmesi dini yenilemek olur. Bunun için İmam Rabbanî hazretleri “Müceddid, ümmete gelen bütün feyz ve varidatın onun sayesinde geldiği kimsedir.” buyurmuştur. Allah Tealâ peygamberleri ve salih kulları, kendisine yeryüzünde halife seçip, zatına ayna, emir ve muradına aşina yaparak kullarının önüne bir delil olarak koymuştur. Böylece onları cehaletten ve sapmaktan kurtarmıştır. Kur’an’da “Andolsun ki içlerinden kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmran, 164) buyurması bu sebepledir.
Kusurlarından dolayı Allah’ın feyzini kabul etmeyen kalp sahiplerine bu kâmil insanlar gönderilmiştir ki, nefsleri terbiye olup kusurlarını bilsinler ve tevbe etsinler.
Günah Allah’ı unutmaya sebep olurken, tevbe Allah’ı bilmeye ve O’na yaklaşmaya sebep olur. Peygamber mirasçısı kâmil insanların işi de insanların günahları terk edip tevbeye yönelmelerine ve İslâm’ı doğru bir şekilde yaşamalarına sebep olmaktır.


İlâhi Nur ve İnsan Yüzü
İnsanın yüzü Cemalullah’ın aynası durumundadır. Her bir insanın yüzünde ilâhi esmanın, Allah’ın nakışının ayrı ayrı mührü vardır. Her birimizin yüzü bir avucun içerisine sığacak kadar olduğu halde milyarlarca çeşitli oluşu, bu Ahmet’tir, bu Mahmut’tur, bu Hatice hanımdır diye birbirinden ayırt edilebilmesi, ilâhi mührün, ilâhi nakışın eseridir. Her birimizin yüzünde ilâhi tecelli ve kudret-i sübhaniye aks eder. İmanın nuru, güneşin parlaması gibi müminin yüzünde parlar.
Fakat bu, yüzünü yaratıcısına çevirenler içindir. Yoksa Allah’ı bırakıp mahluka yüz çevirilirse, o insanın yüzü hayvanatın yüzü gibi olur. Ama hayvanat fıtrat-ı ilâhiye ile Rabbini bilir, mahluka yüzünü çevirmez. İhtiyacı kadar yüzünü nebatata çevirir ama yüzünü fıtrat-ı ilâhiyeye göre, Rezzak-ı Kerim’e çevirir. Kanaatkârdır, itaatkârdır. Allah Tealâ tarafından rızkının devamlı verileceğini bilen hayvanat, rızkı bizim gibi hırsla ambarda saklamaz, efendisinin önüne bıraktığı arpasını, buğdayını, yulafını yer, ayağıyla devirir, üstünde yatar. Bilir ki Rezzak-ı Kerim yenisini göndermeye muktedirdir. İnsan ise rızkının üstüne düğüm atar, rızkın gelmemesinden endişe eder.
İnsanoğlu yüzünü, kendini yaratan Allah’a döndürmeye mecburdur. Bu yüzde iki gözü, bir dili vardır. Dil tamamen Allah’ın rızasını elde etmeye tahsis edilecektir. İki gözden biriyle dünyaya bakma mecburiyeti varsa, diğeriyle de kendini yaratana bakmak zorundadır. Yoksa yüzü Allah’ın azametine, nuruna ayna olmaz. O yüzün arkasında da bir beyin vardır. Kâmil insanların beyni bütün insanlığa nur saçacak Cevher-i Rabbaniye ile doludur.
Tevhid ile, marifet-i ilâhiye ile, Allah’a olan ülfet ve ünsiyeti artırmak suretiyle yüzümüzün Allah’a çevirilmesi gerçekleşir. Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in getirdiği yolda istikamet sahibi olmak, insanı, nefsinin seçip benimsediği sahte mabud ve mahbuplardan Allah’a çeviren yegâne yoldur. Kim Rasulullah s.a.v.’in sünnetini ihya etmeye çalışırsa, muhabbet-i ilâhiye onu kuşatır.
Allah Rasulü’ne ittiba ederek rızaya ermek için tevbe etmek, kâmil bir rehbere tabi olmak ve daima zikrullah ile meşgul olmak tek emin yoldur. İnsanın kurtuluşu, kemâlatı, nefsinin mahbuplarından, sevgililerinden yüzünü Allah Tealâ’ya çevirmesine bağlıdır. Kulun vazifesi taat ve zikirle bunu ele geçirmektir.
Zikir öyle bir nuranî tılsım, öyle bir cevher, öyle bir Rahmet-i Rahman’ın eseridir ki, kim zikri kalbine doldurursa yüzünde Sure-i Fetih’teki gibi secde eseri görülür. Allah’ı marifet sıfatıyla tanıdığı belli olur.
Bediüzzaman Hazretleri demiştir ki:
“Ey aziz olan kimse; bil ki Kelime-i Tevhidin ve Allah Tealâ’nın Esma-i Hüsna olan ismi şeriflerini tekrar ile zikre çokça devam etmek, insan kalbini pek çok şeylere bağlayan bağları, nefsanî ipleri kırmak içindir. Nefsin tapacak derecede put ittihaz ettiği sevgililerinden yüzünü çevirmek içindir.”
Bu itibarla Allahu Azimüşşan’ın tevhid ve esmasının tekrar tekrar zikriyle, kalbi bağlayan nefsanî sıfatların koparılmasıyla yüzümüz, yani Allah’ın aynası rahmet dairesine girer. Allah’ın kudretinin nakşı olan yüzümüz, zikirle, itaatle, amel-i salih ile nurlanır. Aksi halde nefse ve şeytana çevrilen yüz ilâhi nura mazhar olmaz; dünyada da, ahirette de kara olur.
Şu halde bu yüz ya mabuda ya da mahluka çevrilecektir. Gerçekte nefsinin menfaatini düşünen, onun iyiliğine çalışan, nefsinin şeytanla işbirliğini engeller, cehenneme düşmesini engellemek için her türlü tedbiri alır. Böylece dünyada da ahirette de kalbi pak, yüzü ak olur.


Tasavvuf ve Velîye Dair
Tasavvuf yolu, manevi güzellikleri kazanmak için insanlara ilaçtır. Velî de kendisi ile oturup kalkana Allah’ı anmayı, İslâm’ı yaşamayı, bütün mevcudata Allah’ın azameti nazarıyla bakmayı kazandırır. Yalan yerine doğruluğu, şehvet yerine iffeti, gazap yerine şecaati telkin eder.
Velî o insandır ki, asırların içindeki fitne devirlerinde insanları fitnelerden uzaklaştırır. Her haliyle islâmî ahlâkı taşır. Musibet ve hadiseler karşısında duası makbuldür. Yakîni o kadar fazladır ki, ölmeden ahireti görmüş, yaşarken kabre girmiş gibidir. Velî o kimsedir ki, Allah Tealâ’nın yarattığı şeylere tefekkürle bakar. Gerek kainatın yaratılışında, gerek insanların fıtratında çirkin, abes ve kötü bir şey görmez. Her yaratılan şeyin bir hikmeti, her canlının güzel bir tarafı olduğunu düşünür.
Birinden dinledim: “Dünyayı hastane, insanları hasta kabul ediyorum.” dedi. Yalan söyleyen, kul hakkı yiyen, karısına ve çocuklarına hakaret eden de hasta. Güvenilir bir insan değilse, o da hasta. Nefsin hastası. Şifası Kur’an’da, yolu Peygamber’de, işi nefsi terbiye etmekte. Dünya hastane, insanlar hasta olunca ayıplanacak kimse kalmaz ki… İnsanlara merhamet gözü ile bakan, onların hasta olduğunu anlarsa, horlamaktan ve hakaretten vazgeçer.
Tasavvuftaki hizmetin gayesi, insanları insanlığa, müslümanlara kazandırmaktır. Vahdete, dine, imana, muhabbete çevirmektir. Onun için dikkat edin: Tanıştığınız insanların çoğu sizi seviyorsa ehl-i saadetsiniz. Sizin için, “Bıktık, usandık!” diyorlarsa ehl-i şekavetsiniz.
Mümin o kimsedir ki, tebessümle güler, kalbi mahzundur. Akibetinden, tanıştığı insanları memnun edemeyişinden, ana-babasını razı edemeyişinden, helali-haramı seçemeyişinden mahzundur, üzüntülüdür. Merhameti ve affı çok, gazabı yoktur. Mümin kardeşinin ayıbını örter. Müminin bir ayıbını örtenin Allah Tealâ mahşerde bin ayıbını örter.
Velilerde kemalât hak olduğu gibi keramet de haktır. Velilerin kemalâtına şu ayet-i celileler şahittir:
“Bilesiniz ki Allah’ın velilerine korku yoktur; onlar üzülmezler. Onlar Allah’a inanmış, O’na karşı gelmekten sakınmışlardır. Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.” (Yunus, 62-64)
“… Zekeriya mabede onun yanına her gidişinde önünde bir yiyecek bulurdu. ‘Ey Meryem, bu sana nereden geldi?’ diye sorardı. (Meryem de) ‘Bu Allah tarafındandır.’ cevabını verirdi. Doğrusu Allah dilediği kimseyi hesaba sığmaz bir şekilde rızıklandırır.” (Âl-i İmran, 37)
Ayrıca Kehf Suresi’nde Ashab-ı Kehf ile ilgili ayetler de Allah dostlarının kemalâtına delildir.
“Velî” kelimesinin Arapça dilbilgisi kaidesine göre iki manası vardır. Birincisi ‘alîm’, ‘kadîr’ gibi mübalağalı ism-i faildir. Bu takdirde velî, günah işlemeden ibadet ve taatı devamlı olan kimse demektir.
İkinci mana da, ‘katîl’ ve ‘cerîh’ kelimeleri gibi meful, yani edilgen manadadır. Bu durumda ise Cenab-ı Hakk’ın bütün günah çeşitlerinden devamlı surette koruduğu; ibadet ve taatlerine devamlı olma muvaffakiyetini verdiği kimsedir. Yani velîyi Allah seçer ve onu günahlardan muhafaza eder. Velî ismi şu ayetlerden çıkmıştır:
“Allah iman edenlerin velîsidir…” (Bakara, 257)
“Allah salihleri kendisine velî edinir…” (Araf, 196)
“Sizin veliniz ancak Allah, Onun Rasulü ve iman edenlerdir.” (Maide, 55)
Buradaki velî dost anlamındadır. Lügat manası itibariyle ise velî yakın olan demektir. Kime? Allah’a ve İslâm’a…