TARİKATLERİN ORTAYA ÇIKIŞI
Gönderilme zamanı: 26 Ara 2011 12:51
TARİKATLERİN ORTAYA ÇIKIŞI
..:: 2 ::..
Evliya kerametlerini inanılmaz bulanlar bir noktaya bilhassa dikkat etmelidirler. Evliya menkıbeleri tasavvufta -hattâ bütün din hayatında- çok önemli bir yer tutar ve bu menkıbeler kerametlerle doludur. Bir kimse meselenin keramet tarafına bakarak -şimdi pek-çok aydının yaptığı gibi- bütün bunların hurafeden ibaret bulunduğunu söylemekle büyük bir hatâya düşmüş olur. İslâm dünyası da dâhil olmak üzere Doğu'da bir hikâyenin vukuundaki sıhhat dâima ikinci plânda düşünülen, hattâ bazan hiç dikkat edilmeyen birşeydir. Burada hâdisenin objektif şartlara uygunluğu önemli değildir, çünkü anlatılmak istenen şey objektif olay değildir. Hiçbir evliya menkıbesi bir olayı ifâde etmek üzere anlatılmaz. Olay, orada belirtilmek istenen ahlâkî muhteva için bir kılıftır ve bu kılıfın kültürde geçerli olan şeylerden seçilmesi pek tabiîdir. Biz bugün aynı gerçekleri anlatmak istediğimiz zaman akıl-dışı olayları kullanmıyoruz, fakat onları kullananların asıl maksatlarının bizimkinden hiç de farklı olmadığım hesaba katmalıyız.
Sûfî doktrinindeki bu inanışların maddî bir teşkilât varlığına bürünmesi tarîkatleri doğurmuştur. Tarîkatlerin ortaya çıkışı başlangıçta tabiî olarak bir araya gelmiş insanların, daha sonra yarı-şeklî bir organizasyon kazanmaları halinde görünmektedir. Tarikat kurucularının çoğu kendi hayatları içinde bir teşkilâtlı birlik meydana getirmiş değillerdir. Bu teşkilâtlar çoğunlukla tarikatın piri sayılan şahsiyetin ölümünden sonra müridleri veya kendi yerlerine geçen kimse tarafından kurulmuş, zamanla bütün organizasyonlarda görüldüğü şekilde gelenekleri teşekkül etmiştir. Böyle bir teşkilâtlanma şeyhin ölümü üzerine taraftarlarının birarada kalabilmek istek ve ihtiyacından doğmaktadır. Şeyh hayatta iken onun şahsiyeti grubu ayakta tutmaya yeter; esasen müridlerin bir araya gelmesinin sebebi de şeyhin varlığıdır.
Şeyhlerin en önemli özelliği çevrelerinde yaşanan dinî hayata itiraz etmeleri ve ona bir alternatif göstermeleridir. Şeyhin itirazı dine değil, fakat dinin belli yorumlarına karşıdır. Bunların gayesi dinin "esası" veya "özü" dedikleri şeklini yaşamak ve yaşatmaktır. Başlangıçta çoğunlukla din konularında halka hitap etmeye müsait işlerde çalıştıkları görülüyor: bâzıları vaiz, bâzıları müderris vb.lerdir. İlk devirlerin büyük mutasavvıfları sonraki tarihlerde zahir ulemâsı dedikleri, kimselerin işgal ettiği mevkilerde bulunarak fikirlerini neşretmişler, ancak daha sonra cemaatin çoğunluğunun görüşlerine aykırı düşünce kamu görevlerinden ayrılmışlardır. Bunların geniş kitleden ayrı bir cemaat teşkil etmeleri için sâdece ondan farklı düşünmeleri yetmez. Bütün tarikat şeyhleri dâima kendi çevrelerinde gördüklerinden daha yoğun, daha heyecan verici bir din hayatı yaşayan insanlardır.
Tarîkatlerin ilk örnekleri sekizinci yüzyılın ilk yansında görülüyor. Başlangıçta büyük mutasavvıfların etrafında toplanmak dolayısiyle biraraya gelen kimselerin ilk defa ne zaman ve nerede devamlı bir ikamet yeri (tekke, hankah, dergâh) kurduklarını bilmiyoruz. Bu şekilde teşkilâtlanmanın daha önce hıristiyanlarda, onlardan önce Mitra dininde, Eski Mısır'da ün. örneklerine rastlıyoruz. İlk sûfî hankahlarının Hıristiyan manastırlarından etkilenmiş olması mümkündür, fakat sûfî tekkeleri tamamen farklı çizgiler boyunca gelişmiştir.
Sûfî tekkelerini hıristiyan manastırlarından ayıran en büyük fark bunların dünya hayatına kapalı olmayışlarıdır. Tarîkatlerin onikinci yüzyıla kadarki gelişmesinde dikkati çeken iki husustan biri dervişlerin serbest meslek veya idarî görevlerin - çoğunlukla- dışında kalmaları, ikincisi de bu uzaklaşmayı tam bir uzlet veya tarik-i dünya mesleği haline getirmeyip halkın içinde dolaşarak bir çeşit irşâd ve uyarma görevi yapmalarıdır. Bu ikinci noktaya hıristiyan tarîkatlerinde rastlanmaz. Dervişlerin fonksiyonları esas itibariyle dinin adalet, yardım, şefkat vb. gibi ahlâkî emirleri konusunda hem halkı, hem idarecileri ve ulemâyı devamlı olarak uyarmaktı. Bunların şikâyetleri bir bakıma halkın şikâyeti mânâsına geldiği için, iktidar sahipleri genellikle dervişlerle hoş geçinmeye çalışıyorlardı. Fakat onların şikâyetlerinin müeyyidesi çok önemliydi ve bu müeyyide âdeta dervişlerin imtiyazına verilmiş gibiydi. Ümerâ (beyler, idareciler)nın görevi dünya işleriyle uğraşmaktı ve bunlar dini değil dünyayı temsil ediyorlardı; ulemâ ise büyük çoğunluğuyla fıkıh âlimlerinden müteşekkildi ve onlar da hukukçu olmak itibariyle dünyevî muamelelere dalmışlardı. Bunların dışında asıl ebedî âlemi, Tanrı'nın ceza ve mükâfatını insanlara tebliğle görevli olanlar sanki dervişlerdi.
İslâm cemiyetinde dünya ile âhiretin bu kadar yan-yana ve içice olmasının en önemli sebeplerinden biri de herhalde dervişlerin propagandasının tesiridir. Bu adamlar yüzlerce yıl müslümanların uyanık vicdanı gibi dâima âhireti, Tanrı'yı, dünyanın ötesindeki gerçek âlemi hatırlatmışlardır. Kapımızı çalan adam pek âlâ Hızır aleyhisselâm olabilir; karşılaştığımız, görüştüğümüz insanlar arasında kimlerin velî olduklarını hiç bilemeyiz. Tanrı her an yanıbaşımızda, her an bizimle meşguldür.
Ulemânın kitaba, şeyhlerin ise kalplerine başvurmaları tatbikatta önemli farklılaşmalara yol açmıştır. Medresenin baskısının kuvvetle hissedildiği yerlerde kaynağını oradan alan entellektüel bir kontrol gücü tarîkatler üzerinde de son derece müessir olmuş bulunuyor. Bu yüzden kültür merkezi olan büyük şehirlerde tekke ile medrese birbirine oldukça yakın olmuştur. Fakat böyle bir kontrolün bulunmadığı yerlerde tekkelerin her türlü bâtıl itikad ve putperestlik unsurlarıyla dolduğu görülüyor. Kuzey Afrika tarîkatlerinin dejenere olmasının en büyük sebebi, kitabın standartları yerine kalbin semboller dünyasını hâkim kılmalarıdır. Kalbin dünyasının kitabınkinden çok geniş olduğu muhakkaktır, ama onun kapılarının doğru kadar yanlışa da ayni derecede açık bulunduğu unutulmamalıdır.
Fakat şurasını dâima hatırda tutmak gerekir ki, şeyhlerin ulemâdan ayrılmaları sâdece aradaki bir doktrin ihtilâfından ibaret kalmamıştır. İslâm devletleri şeriati uygulamakla görevli hükmî şahsiyetler olmak itibariyle dâima ulemâ ile işbirliği yapmak mecburiyetinde kalmışlar, bu ise ulemânın zaman zaman "sevimsiz" rejimlerin destekçisi gibi görünmesine yol açmıştır. Halkın devletle çatışma halinde olduğu zamanlarda kanun -koyucuların ve uygulayıcıların hep ayni antipati çerçevesine sokulduklarını hepimiz biliriz. Hele kanunların ve nizamların objektif, umûmî olmaları, yani her husûsî hal için ayrı karar verilmediği gözönüne alınacak olursa, bazı ferdî vak'alarda insanların adalet duygularının nasıl rencide olduğu her zaman görülen şeylerdir. Bu gibi hallerde kanunun soğuk ve kuru hükmüne karşı kalbin sıcaklığı hâkim olur, işte tarîkatler devlet gücü karşısında kendilerini mağdur ve güçsüz görenlerin sığındığı yerler olmuştur. Ulemâ kanundan başka hiçbirşey tanımayan asık yüzlü, kendisine yaklaşılamayan bir hâkim imajı yaratırken, tarikat şeyhi baba şefkatinin sembolü olabilmektedir, çünkü o "müftüler fetva verse de sen yine kalbine danış" prensibinin temsilcisidir.
Tarîkatlerin, içinde bulundukları cemiyetin tipine göre bir sosyal fonksiyon icra ettikleri muhakkaktır. Siyasî ve sosyal istikrarsızlık zamanlarında mensuplarının manevî ihtiyaçları yanında siyasî ve sosyal ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışıyorlar. Cemiyetin bir bütün olarak huzur ve sükûna kavuştuğu zamanlarda ise onların zamanımızdaki kulüplere benzer bir fonksiyon kazandıklarını görüyoruz. Tekke müdavimlerinin çoğunlukla gençlerden oluşması da bunun bir delilidir. Böyle zamanlarda tekkeler gençlerin sosyal terbiye görmelerini sağlayan en önemli müessese olmuşlardır. Bugünkü tâbirle "sosyalleşme" dediğimiz şey, yani yeni nesillere cemiyetin davranış normlarını yerleştirme işi, tarikatlerin âdeta ihtisas sahası haline gelmiştir. Özellikle yaş hiyerarşisinin ve hayat tecrübesinin çok önemli sayıldığı geleneksel cemiyet tipinde büyüklerden küçüklere intikal eden muaşeret mirası tarikat bünyesi içinde çok iyi aktarılıyordu.
Tarîkatlerin birçoğunda ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozulma, cemiyetteki genel bozulmanın tasavvuf sahasına da aksetmesinden başka birşey değildir. Özünde serbest ferdî tecrübeyi esas alan bir "yol" un giderek bir devlet dâiresi haline gelmesi, şeyhlerin tahsisatla geçinen birer memur durumuna düşmeleri, hareketi besleyen kültür canlılığının sönmesine neden olmuştur.
..:: 2 ::..
Evliya kerametlerini inanılmaz bulanlar bir noktaya bilhassa dikkat etmelidirler. Evliya menkıbeleri tasavvufta -hattâ bütün din hayatında- çok önemli bir yer tutar ve bu menkıbeler kerametlerle doludur. Bir kimse meselenin keramet tarafına bakarak -şimdi pek-çok aydının yaptığı gibi- bütün bunların hurafeden ibaret bulunduğunu söylemekle büyük bir hatâya düşmüş olur. İslâm dünyası da dâhil olmak üzere Doğu'da bir hikâyenin vukuundaki sıhhat dâima ikinci plânda düşünülen, hattâ bazan hiç dikkat edilmeyen birşeydir. Burada hâdisenin objektif şartlara uygunluğu önemli değildir, çünkü anlatılmak istenen şey objektif olay değildir. Hiçbir evliya menkıbesi bir olayı ifâde etmek üzere anlatılmaz. Olay, orada belirtilmek istenen ahlâkî muhteva için bir kılıftır ve bu kılıfın kültürde geçerli olan şeylerden seçilmesi pek tabiîdir. Biz bugün aynı gerçekleri anlatmak istediğimiz zaman akıl-dışı olayları kullanmıyoruz, fakat onları kullananların asıl maksatlarının bizimkinden hiç de farklı olmadığım hesaba katmalıyız.
Sûfî doktrinindeki bu inanışların maddî bir teşkilât varlığına bürünmesi tarîkatleri doğurmuştur. Tarîkatlerin ortaya çıkışı başlangıçta tabiî olarak bir araya gelmiş insanların, daha sonra yarı-şeklî bir organizasyon kazanmaları halinde görünmektedir. Tarikat kurucularının çoğu kendi hayatları içinde bir teşkilâtlı birlik meydana getirmiş değillerdir. Bu teşkilâtlar çoğunlukla tarikatın piri sayılan şahsiyetin ölümünden sonra müridleri veya kendi yerlerine geçen kimse tarafından kurulmuş, zamanla bütün organizasyonlarda görüldüğü şekilde gelenekleri teşekkül etmiştir. Böyle bir teşkilâtlanma şeyhin ölümü üzerine taraftarlarının birarada kalabilmek istek ve ihtiyacından doğmaktadır. Şeyh hayatta iken onun şahsiyeti grubu ayakta tutmaya yeter; esasen müridlerin bir araya gelmesinin sebebi de şeyhin varlığıdır.
Şeyhlerin en önemli özelliği çevrelerinde yaşanan dinî hayata itiraz etmeleri ve ona bir alternatif göstermeleridir. Şeyhin itirazı dine değil, fakat dinin belli yorumlarına karşıdır. Bunların gayesi dinin "esası" veya "özü" dedikleri şeklini yaşamak ve yaşatmaktır. Başlangıçta çoğunlukla din konularında halka hitap etmeye müsait işlerde çalıştıkları görülüyor: bâzıları vaiz, bâzıları müderris vb.lerdir. İlk devirlerin büyük mutasavvıfları sonraki tarihlerde zahir ulemâsı dedikleri, kimselerin işgal ettiği mevkilerde bulunarak fikirlerini neşretmişler, ancak daha sonra cemaatin çoğunluğunun görüşlerine aykırı düşünce kamu görevlerinden ayrılmışlardır. Bunların geniş kitleden ayrı bir cemaat teşkil etmeleri için sâdece ondan farklı düşünmeleri yetmez. Bütün tarikat şeyhleri dâima kendi çevrelerinde gördüklerinden daha yoğun, daha heyecan verici bir din hayatı yaşayan insanlardır.
Tarîkatlerin ilk örnekleri sekizinci yüzyılın ilk yansında görülüyor. Başlangıçta büyük mutasavvıfların etrafında toplanmak dolayısiyle biraraya gelen kimselerin ilk defa ne zaman ve nerede devamlı bir ikamet yeri (tekke, hankah, dergâh) kurduklarını bilmiyoruz. Bu şekilde teşkilâtlanmanın daha önce hıristiyanlarda, onlardan önce Mitra dininde, Eski Mısır'da ün. örneklerine rastlıyoruz. İlk sûfî hankahlarının Hıristiyan manastırlarından etkilenmiş olması mümkündür, fakat sûfî tekkeleri tamamen farklı çizgiler boyunca gelişmiştir.
Sûfî tekkelerini hıristiyan manastırlarından ayıran en büyük fark bunların dünya hayatına kapalı olmayışlarıdır. Tarîkatlerin onikinci yüzyıla kadarki gelişmesinde dikkati çeken iki husustan biri dervişlerin serbest meslek veya idarî görevlerin - çoğunlukla- dışında kalmaları, ikincisi de bu uzaklaşmayı tam bir uzlet veya tarik-i dünya mesleği haline getirmeyip halkın içinde dolaşarak bir çeşit irşâd ve uyarma görevi yapmalarıdır. Bu ikinci noktaya hıristiyan tarîkatlerinde rastlanmaz. Dervişlerin fonksiyonları esas itibariyle dinin adalet, yardım, şefkat vb. gibi ahlâkî emirleri konusunda hem halkı, hem idarecileri ve ulemâyı devamlı olarak uyarmaktı. Bunların şikâyetleri bir bakıma halkın şikâyeti mânâsına geldiği için, iktidar sahipleri genellikle dervişlerle hoş geçinmeye çalışıyorlardı. Fakat onların şikâyetlerinin müeyyidesi çok önemliydi ve bu müeyyide âdeta dervişlerin imtiyazına verilmiş gibiydi. Ümerâ (beyler, idareciler)nın görevi dünya işleriyle uğraşmaktı ve bunlar dini değil dünyayı temsil ediyorlardı; ulemâ ise büyük çoğunluğuyla fıkıh âlimlerinden müteşekkildi ve onlar da hukukçu olmak itibariyle dünyevî muamelelere dalmışlardı. Bunların dışında asıl ebedî âlemi, Tanrı'nın ceza ve mükâfatını insanlara tebliğle görevli olanlar sanki dervişlerdi.
İslâm cemiyetinde dünya ile âhiretin bu kadar yan-yana ve içice olmasının en önemli sebeplerinden biri de herhalde dervişlerin propagandasının tesiridir. Bu adamlar yüzlerce yıl müslümanların uyanık vicdanı gibi dâima âhireti, Tanrı'yı, dünyanın ötesindeki gerçek âlemi hatırlatmışlardır. Kapımızı çalan adam pek âlâ Hızır aleyhisselâm olabilir; karşılaştığımız, görüştüğümüz insanlar arasında kimlerin velî olduklarını hiç bilemeyiz. Tanrı her an yanıbaşımızda, her an bizimle meşguldür.
Ulemânın kitaba, şeyhlerin ise kalplerine başvurmaları tatbikatta önemli farklılaşmalara yol açmıştır. Medresenin baskısının kuvvetle hissedildiği yerlerde kaynağını oradan alan entellektüel bir kontrol gücü tarîkatler üzerinde de son derece müessir olmuş bulunuyor. Bu yüzden kültür merkezi olan büyük şehirlerde tekke ile medrese birbirine oldukça yakın olmuştur. Fakat böyle bir kontrolün bulunmadığı yerlerde tekkelerin her türlü bâtıl itikad ve putperestlik unsurlarıyla dolduğu görülüyor. Kuzey Afrika tarîkatlerinin dejenere olmasının en büyük sebebi, kitabın standartları yerine kalbin semboller dünyasını hâkim kılmalarıdır. Kalbin dünyasının kitabınkinden çok geniş olduğu muhakkaktır, ama onun kapılarının doğru kadar yanlışa da ayni derecede açık bulunduğu unutulmamalıdır.
Fakat şurasını dâima hatırda tutmak gerekir ki, şeyhlerin ulemâdan ayrılmaları sâdece aradaki bir doktrin ihtilâfından ibaret kalmamıştır. İslâm devletleri şeriati uygulamakla görevli hükmî şahsiyetler olmak itibariyle dâima ulemâ ile işbirliği yapmak mecburiyetinde kalmışlar, bu ise ulemânın zaman zaman "sevimsiz" rejimlerin destekçisi gibi görünmesine yol açmıştır. Halkın devletle çatışma halinde olduğu zamanlarda kanun -koyucuların ve uygulayıcıların hep ayni antipati çerçevesine sokulduklarını hepimiz biliriz. Hele kanunların ve nizamların objektif, umûmî olmaları, yani her husûsî hal için ayrı karar verilmediği gözönüne alınacak olursa, bazı ferdî vak'alarda insanların adalet duygularının nasıl rencide olduğu her zaman görülen şeylerdir. Bu gibi hallerde kanunun soğuk ve kuru hükmüne karşı kalbin sıcaklığı hâkim olur, işte tarîkatler devlet gücü karşısında kendilerini mağdur ve güçsüz görenlerin sığındığı yerler olmuştur. Ulemâ kanundan başka hiçbirşey tanımayan asık yüzlü, kendisine yaklaşılamayan bir hâkim imajı yaratırken, tarikat şeyhi baba şefkatinin sembolü olabilmektedir, çünkü o "müftüler fetva verse de sen yine kalbine danış" prensibinin temsilcisidir.
Tarîkatlerin, içinde bulundukları cemiyetin tipine göre bir sosyal fonksiyon icra ettikleri muhakkaktır. Siyasî ve sosyal istikrarsızlık zamanlarında mensuplarının manevî ihtiyaçları yanında siyasî ve sosyal ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışıyorlar. Cemiyetin bir bütün olarak huzur ve sükûna kavuştuğu zamanlarda ise onların zamanımızdaki kulüplere benzer bir fonksiyon kazandıklarını görüyoruz. Tekke müdavimlerinin çoğunlukla gençlerden oluşması da bunun bir delilidir. Böyle zamanlarda tekkeler gençlerin sosyal terbiye görmelerini sağlayan en önemli müessese olmuşlardır. Bugünkü tâbirle "sosyalleşme" dediğimiz şey, yani yeni nesillere cemiyetin davranış normlarını yerleştirme işi, tarikatlerin âdeta ihtisas sahası haline gelmiştir. Özellikle yaş hiyerarşisinin ve hayat tecrübesinin çok önemli sayıldığı geleneksel cemiyet tipinde büyüklerden küçüklere intikal eden muaşeret mirası tarikat bünyesi içinde çok iyi aktarılıyordu.
Tarîkatlerin birçoğunda ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozulma, cemiyetteki genel bozulmanın tasavvuf sahasına da aksetmesinden başka birşey değildir. Özünde serbest ferdî tecrübeyi esas alan bir "yol" un giderek bir devlet dâiresi haline gelmesi, şeyhlerin tahsisatla geçinen birer memur durumuna düşmeleri, hareketi besleyen kültür canlılığının sönmesine neden olmuştur.