TARİKATLERİN ORTAYA ÇIKIŞ
Bir dâire düşünün. Bunun çevresi sayısız noktalardan meydana gelmiştir. Bu sayısız noktalardan dâirenin merkezine sayısız yarıçaplar çizilebilir ve bunların herbiri çenber üzerindeki bir noktayı merkeze bağlar, îşte bu dâirenin çemberi Şeriat'tir, bunun üzerindeki noktalar da bütün müslümanları temsil eder. Herbir noktadan merkeze giden yarıçaplar tarîkatler(yollar)dir; zira dünyadaki insan sayısınca kuldan Allah'a yol vardır. Merkez ise hakikat'i temsil eder. Hakikat hem Şeriat'in hem de tarîkatin kaynağıdır. Hakikat ile Allah eş anlamdadır. Şu halde bizim dâiremizin yarıçapları kulları Allah'a bağlayan yollardır. Fakat bu kullar ancak Şeriat çenberi üzerinde bulunmaları dolayısiyle bir yola girebilirler. Demek ki Allah'a giden yolu bulmanın ilk şartı Şeriat dâiresi üzerinde olmaktır. Aslında dâirenin çemberi merkez'in bir yansımasından ibaret olduğu için, Şeriat çizgisinde olanlar üzerine hakikat ışığı düşüyor demektir ve bu da onların kurtuluşları için yeter. Ama dâima bununla yetinmeyenler, mutlaka merkeze gitmek isteyenler çıkacaktır. Bunlar ancak oraya giden yollardan (tarikat) birine girmekle hakikate ulaşabilirler.
Çağdaş bir îslâm âlimi, Seyyid Hüseyn Nasr, Şâzelîlerden aldığı bir benzetme ile Şeriat, Tarikat ve Hakikat arasındaki münâsebeti bu şekilde anlatıyor.
Tarikat lûgatta yol demektir. İslâm tasavvufunda "yola girmek" sûfî metodlarıyla Allah'a yaklaşmayı seçmek mânâsına gelir. Fakat tasavvufta insan yolunu kendisi seçse de, o yola yalnız başına giremez. Hıristiyan mistisizmi ile İslâm tasavvufu arasındaki başlıca farklardan biri, tasavvufta rehbersiz hiçbir şey yapılamayacağıdır. Tasavvuf herşeyden önce bir terbiye (hem nefs hem ruh terbiyesi) işidir ve eğitilmeye muhtaç olan insanın ilk işi kendisine yol göstermeye muktedir (mürşid-i kâmil) birini bulmaktır. Yol rehberinin umumî adı "Şeyh"tir. Tarîkate giren kimse kendisim "şeyh"e teslim etmek, ondan ne gelirse kabul etmek zorundadır. Mürid veya sâlik adı verilen çırağın ne zaman eğitiminin tamam olduğuna yine şeyh karar verir.
Tasavvufun ilk yüzyıllarında sûfî tarîkatleri her-hangibir formel teşkilât yapısı kazanmış değillerdi; tıpkı bir insanın herhangi bir filozofun doktrinini benimseyip onu takip etmesi gibi, tasavvuf yolunu tutanlar da beğendikleri bir zâtı kendilerine şeyh ediniyorlar, onun yanında ve hizmetinde bulunarak kendisinden birşeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Şeyhlik bir insana tâyinle verilen bir mevki değildi, itibar ve liyâkatle kazanılıyordu. Onikinci yüzyıldan itibaren müridlerle şeyhler arasındaki münâsebet şekli kaidelere bağlanmaya başladı ve tarîkatler birer müessese hüviyeti kazandı. Bu tarihten sonra tarikat denince bugünün kulüplerine benzer teşkilâtlar anlaşılmaktadır. Bunların herbiri safî büyüklerinden birinin adını taşır ve ondan itibaren kesiksiz devam eden bir geleneği temsil eder. Bu geleneğin kesiksiz devamlılığı son derece önemlidir.
Tarîkatler niçin vardır ve tarîkate giren müslümanla tarikat dışındaki müslüman arasında ne fark bulunmaktadır?
Onbirinci yüzyılda sûfî literatürünün en önemli eserlerinden birini yazmış olan Hucvîrî kendi zamanındaki başlıca sûfî ekollerinden bahsediyor. O tarihte büyük sûfî şeyhlerinin etrafında birer müridler halkasının teşekkül ettiği ve bunların üstadlarından aldıkları eğitimi devam ettirdikleri anlaşılmakla birlikte, henüz bir teşkilâtlanmanın sözkonusu olmadığı bellidir. Şimdi biz tarikat teşkilâtlarının sosyolojik tahliline geçmeden önce, tarîkatin teorik temelini görmeye çalışalım.
Tarîkatler birer sûfî teşkilâtı olarak onların doktrinlerine göre meydana gelmiştir; bunların teşekkülündeki haricî faktörler ne olursa olsun, sûfîler kendi tarîkatlerine teorik bir yapı kazandırmışlardır. Buna göre tarîkatin gayesi sûfînin gayesini gerçekleştirmektir.
Sûfînin gayesi ise, çok genel çizgilerle, kendindeki ilâhî tarafı gerçekleştirmek, onu ortaya çıkarmak, yani görünür âlemi bırakıp görünmeyeni, Allah'ı bulmaktır. Allah'ı bulmanın derecesi hakkında görüşler farklı olabilir, bunun için yapılması gereken şeyler hakkında da değişik fikirler vardır. Fakat gerek hedef gerek yol hakkında ortak umûmî görüşler mevcuttur. Bu görüşler, değişik şekillerde de ifâde edilse neticede aynidir. Meselâ tarikatın gayesi insanda nefsi yola getirip ruhun saltanatını kurmaktır, veya hakikati buldurmaktır gibi ifâdelerin hepsi de ayni yere çıkar.
Anlatma kolaylığı bakımından diyelim ki tarîkatin gayesi hakikati bildirmektir. Şu halde tarîkati anlayabilmek için sûfî doktrininde hakikatin mâhiyeti ve elde edilme yolunun ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bunu bildiğimiz takdirde şeyhe teslimiyet, kopuksuz tarikat silsilesi vs. gibi ana unsurların mânâsı ortaya çıkar.
İnsan burada kendi kendine bir yol bulamaz mı? Gazâlî hâriç, bütün sûfî teorisyenleri mürşidsiz (şeyhsiz) hakikate varmanın imkânsız olduğunda müttefiktirler. Aslında Gazâlî de tasavvufa bir şeyhle girmiştir, fakat kitaplarında bir insanın kendi başına hakikati bulabileceğinden bahsetmektedir. Sûfî doktrininin mantığı bu iki alternatiften birini kabul etme mecburiyeti yüklemiş değildir, fakat şimdiye kadar ferdî tasavvuf örneği hemen hiç görülmediğine göre, bunun önemli bir sebebi olmalıdır. Bu sebep herşeyden önce, mistik tecrübenin mâhiyetinde bulunabilir. Mistik tecrübenin belli bir şekli yoktur; bir kimse vecd halinde iken neler göreceği önceden kestirilemez. Vecd'in muhtevası herşey olabilir. Nitekim histerik trans haline girenlerden, pagan orjilerinde kendinden geçenlerden Hıristiyan ve Müslüman mistiklerine kadar herkes duyular-dışı bir idrâk tecrübesi geçirebilmektedir. İşte İslâm tasavvufunun başlıca özelliklerinden biri, olgun bir şeyhin disiplini altında bu vecd hallerinin belli bir istikamete sokulmasıdır. Görülen, işitilen şeyler rahmani birer işaret olabileceği gibi Şeytan'ın aldatması da olabilir. Neyin hakikat neyin saçma olduğunu ancak o sahada usta olan biri ayırdedebilir ve vecdin yorumunu yapabilir. Maamafih bu bahsi vecdin psikolojisi ile ilgili kısımda anlattığımız için, burada üzerinde fazla durmayacağız.
Şeyhin bu işi hakkıyle yapabileceğini anlamanın yolu onun silsilesine bakmaktır. Tasavvufta silsile bir çeşit diploma gibidir. Şeyh de kendi şeyhi tarafından bu iş için ehliyetli kılınmış olmalı, onun şeyhi de daha önceki nesildeki şeyhten "diploma" (icazet) almış olmalı, böylece elden ele artık tarîkatin kurucu şeyhi olan ve üzerinde hiçbir şüphe bulunmayan velî'ye kadar silsile kesiksiz devam etmelidir.
Şeyhlik müessesesinin veya tasavvuftaki hiyerarşinin bir başka kaynağı daha vardır ki, bu, İslâm tasavvufunun ayrılmaz bir parçası olmaktan ziyâde ona yabancı kaynaklardan yamanmış bir ilâve hükmündedir. Buna göre görünmeyen âlemin temsilcisi olan velîler bu dünyada oradan aldıkları bir misyonu (ilâhî görevi) yerine getirmektedirler. Dünya onlara "tevdi" edilmiştir ve bu görevin sahipleri gizli bir hükümet hâlinde dünyayı idare ederler. En yukarıda "kutb" denilen ve mertebesi en yüksek olan bir velî vardır. O, dünyanın mihveridir, yani dünya onun üzerinde (onun irâdesine göre) döner. Ondan sonra derece derece daha alt kademelerdeki velîler gelir. Bunlar yaşayan şahsiyetlerdir, fakat dışarıdan bir kimse onların ilâhî görevlerini bilmez. Bizim sıradan bir insan diye gördüğümüz bir kimse pekâlâ zamanın "kutb"u olabilir. Kutb ve onunla birlikte giden merâtibin îsmailîye mezhebinden tasavvufa geçmiş olduğu hakkında genel bir kanaat vardır.
Açıkça şiîlerin imamet telâkkilerini aksettiren bu doktrin, sünnî müslüman kitleleri arasında da çok yaygındır. O kadar ki, tasavvufla pek ilgisi bulunmayan kimseler bile, kaynağından hiç haberdar olmaksızın, böyle bir velîler hiyerarşisinin varlığına inanmışlardır. Böylece kutb telâkkisi müslümanlar arasında en çok rastlanan hurafelerden biri hâlinde yaşamaktadır.
Velilik doktrini üzerindeki başlıca ihtilâf velî ile peygamber (nebî) arasındaki münâsebettir, ki bundan daha önce bahsetmiştik. Sünnî sûfîler velî'yi genellikle Peygamber'in üstünde görmezler; yine sünnî sûfîlere göre, velîlerin kerametleri tabiat kanunlarına esasta aykırı değildir, fakat sâdece bunların oluşu olağanüstüdür: meselâ bir şeyi dua kuvveti ile yapabilirler. Peygamberlerin mucizeleri ise hiçten birşey meydana getirme veya bir şeyin aslî tabiatini değiştirme gibidir9. Peygamberler din tebliğcisi oldukları için bu olağanüstü kuvvetlerini açıkça gösterirler, zira halkı kendilerine inandırmak zorundadırlar. Velîlerin böyle bir vazifesi olmadığı için onlar kerametlerini saklamalıdırlar.
Sûfî doktrininde keramet velînin aslî özelliği değildir; tam tersine, Allah'a olan yakınlığı dolayısiyle kendisine bağışlanmış bir lütûftur. Fakat gerçek hayatta keramet bir velînin ayırdedici vasfı olarak görülmüş ve velî denince hemen dâima keramet sahipleri anlaşılmıştır. Müslüman Türkler arasında en popüler yazılı ve sözlü edebiyat örnekleri evliya menkıbeleridir ve bunlarda velînin çeşitli kerametleri anlatılır.
TARİKATLERİN ORTAYA ÇIKIŞ
EVLİYAULLAH İLE İLGİLİ DUYDUĞUMUZ KERAMETLER
Geçiş yap
- SİTE HAKKINDA GENEL.
- ↳ SİTE HAKKINDA
- ↳ SESLİ GÖRÜNTÜLÜ YAYINLAR VE RADYOMUZ
- ↳ SORULAR VE CEVAPLAR
- ↳ GÖNÜL SULTANLARIMIZ KİTABI
- ↳ RUFAİ BEYİTLERİ
- DİNİ KONULAR GENEL
- ↳ FIKIH
- ↳ İMAN ve İTİKAT
- ↳ DİNİ KONULAR BİLGİ PAYLAŞIM
- ↳ MENKIBE VE RİVAYETLER
- ↳ KUTLU DOĞUM İÇİN OKUNAN HATİM VE SALAVATLAR
- GENEL PAYLAŞIM ALANI
- ↳ GÜNCEL KONULAR
- ↳ SAĞLIK KÖŞESİ
- ↳ BİLİM VE TEKNOLOJİ
- ↳ HZ MEHDİ NE ZAMAN GELECEK?
- ↳ DİĞER DİN VE MEZHEPLER
- TASAVVUF VE TARİKATLER
- ↳ RUFAİLİK NEDİR
- ↳ KERAMETLER
- ↳ ZİKİR'İN FAZİLETİ
- ↳ AYET-İ KERİME VE HADİS-İ ŞERİFLERLE TASAVVUF
- ↳ TASAVVUFİ FETVALAR
- RUFAİLER VE HAYATLARI
- ↳ EHLİBEYT
- ↳ RUFAİ SEYYİTLERİ
- ↳ SEYYİT H. AHMET BABA HZ'nin HALİFELERİ
- ↳ SEYYİD H.MEVLÜT BABA HZ'nin YETİŞTİRDİĞİ ŞAHSİYETLER
- ↳ MUHAMMET H.ZEKİ BEDEVİ EFENDİ
- ↳ iZMİTTEN H.CEMAL EFENDİ
- ↳ ÖMER VE VAHAP EFNDİ
- ↳ HORASAN HACIAHMET KÖYÜ