1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

tasavvufun tarifi

Gönderilme zamanı: 25 Haz 2009 17:31
gönderen dilaverkizak
MA'RÛF EL-KERHî:
"Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır. 1
Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir.
SERİYY-Î SAKATî:
"Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu söndürmez, 2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bâtından bir söz ile konuşmaz, 3) Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını açıklamaya sevk etmez. 2
Tarikatte ilim
Bu üç maddeyi açıklayalım:
1) İlim ve takvâ: Meşhur büyük mürşidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almışlardır. Çünkü ilimsiz yola çıkılmaz; çıkan yolu sapıtabilir. İlim, öncünün elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ümmî urefânın bilgileri de ilimdir.
"Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak nazm-ı celîlin-de, mealen:
"Kulları arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle ta'zim ederler" 3 buyurmuştur.
Tarikatte irfan
İrfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım hakikatler, seziş, feraset, keşf ü keramet tarikiyle anlaşılabilir.
Kıymetli profesörlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi, şarkın ikinci Mevlana'sı olan, büyük mutasavvıf alim, "Rûhu'l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu eserinin başında, meşhur olan "Küntü kenzen mahfiyyen" 4 vedzesi için.
"...Hadis-i menkûl gerçi inde'l-huffâz sabit değildir. Nitekim İmam Süyûti "Dürer-i Münteşire" nam kitabında "la asle lehu" demiştir. Feemmâ inde'l-mükaşifîn hadîs sahihdir. Zira huffâz sened ile naklederler; mükaşifûn ise fem-i Nebevî'den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i sübûtu lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre burhan olmasın. Zira onlar huffâş gibidir ki afitâb-ı rûşeni göremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kütüb-i mu'teberede gelir ki:
"Davud aleyhisselam şöyle söyledi:
"Ya Rabbi! Mahlûkatı niçin yarattın?"
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
"Yani Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatında sırr-ı halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-ı Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..." 5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab haline getirmiştir.
Kitab ve sünnetten ayrılmamak
2) Kitab ve sünnetten ayrılmamak: Bir mutasavvıfın Kitab ve Sünnet dışı söz ve hareketi, kendisi hakkında şüphe uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlarıyla amel eden erbab-ı tasavvuf, zâhir ulemâsı gibi muhtardır. Sofî, bu bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sünnetin zahirine muhalif bir söz söylemez.
3) Kendisine münkeşif olan hakâyıkı her zaman, herkese, her yerde açıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.
EBÛ HAFS EL-HADÂD:
"Tasavvuf tamamen edebden ibarettir". 6
Tasavvuf edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de câmi'dir.
"Edeb İlahî nurdan bir taçtır ki, onu başına geçirdikten sonra istediğin yere gidebilirsin".
Edebin gerek tarifi, gerek izahı babında pek çok söz söylenmiştir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .
Bu çok şümûllü vasf-ı umumînin en yüksek mertebesi şu iki beyitte tecelli eder:
"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yüce şahsiyetler rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu babda Hafız Şirâzî'nin beyti çok ârifânedir:
"İhtiyaç içindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var".
Hind'in meşhur şairi Feyzi Hindî de:
"Madem ki bizim ihtiyaçlarımızı kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi idrakten acizdirler.
Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir" 7 buyurulmuştur.
Biz de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:
İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazû o kadar sıkleti çekmez.
Ölünceye kadar kulluk et
Bazıları bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandırırlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemiş zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve cümlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin: "Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et" 8 ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine benzer. Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et" manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen yükselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften kurtulmak için kaçamak yoludur.
Bunlar: "O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli manalıdırlar (müteşabih ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onların müteşabih olanlarına uyarlar..." 9 ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.
EBÛ'L-HÜSEYİN EN-NURİ:
"Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mücahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı öğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlakıyla mütehallî olmaktır." 10
"Biz dahi alırdık, otuza kırka"
Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" 11 hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile ittisâfâ çalışmaktır.
Dervişlik olaydı tâc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka. 12
"Tasavvuf, hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir." 13
Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir. Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini düşünen adamdır. Şeyh Sa'di:
"insanın şeref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsıyla, sehâsıyla ölçülür; insanlığı da Hakk'a şükretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına müreccahdır".
"Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".
Emeller ve elemler
Tasavvuf, kendi isteklerini bırakıp, Hakk'ın takdirine razı olmaktır. Çünkü insanın emellerinin sonu yoktur, birini elde etse, gönlü diğerine takılır. Bu suretle de kalb Hak'tan cüdâ kalır. Bundan dolayı emele, elem bozuntusu demişlerdir.
Her emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin nihayeti, başka bir emelin bidâyetidir. Bu suretle emel silsilesi ölünceye kadar devam eder. Emeller terkedilince, Hakk'a bağlanılmış olur. Emelin terki dünyayı, işi gücü matıyye-i nefsi, yani vücudu, nefsini ihmal etmek demek değildir. Hayatın tabiî icaptan hiçbir zaman terk edilemez. Eldeki nimete şükrü bırakıp, daha fazlasını istemek, emel peşinden koşmaktır. Eğer eldekine hakkıyla şükür edilse Cenab-ı Hak nimetini artıracağını beyan buyuruyor:
"Rabbiniz: Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz, bilin ki azabım pek çetindir, diye bildirmişti". 14
Şükür nasıl yapılır?
Şükrün ne olduğunu iyi bilmek lazımdır. Yemek yiyip, bittikten sonra "Ya Rabbi şükür el-hamdülillah" demekle şükür ifa edilmiş olmaz. "Şükür odur ki, her aza ne için yaratılmış ise, ona sarfetmektir". 15
Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Nasıl ki zekat vermek, sadaka vermek yani maddeten yardım yaparak iyilik etmek suretiyle servetin şükrü eda edilirse, bir sofrada kendini ve aile efradını doyuracak bir kap yemeğin yerine, mesela üç kap yemek yer ve bir kap yemeği bulamayan yakını, komşusu veya tanıdığını düşünmez, onları doyurmaya çalışmaz, gece sabahlara kadar ve iki yemek arasında ağzıyla binlerce defa "Ya Rabbi şükür" dese, hiçbir zaman şükrünü eda etmiş olmaz. Her öğün etini, sebzesini, tatlısını Hakk'ın lütfuyla te'min etmiş olan kimse, eğer takva yolunda yaşamak ve bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karşı sorumluluğundan kurtulmak istiyorsa, bir gün et, bir gün sebze, bir gün tatlı yiyerek, diğer iki nimeti münavebe ile ihtiyaç sahiblerine yedirecektir.
Bunu, Hakk'ın rızası için yapmak en büyük sofuluktur. Böyle yapan: "Onlar, içleri çektiği halde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esire yedirirler" 16 ayet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve: "Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin arıdından başa kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" 17 saffında bulunanlar arasına girer ki, işte evliyâullah bu zümreye dahil olanlardır.
SEHL BİN ABDİLLAH ET-TÜSTERî:
"Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşmak ve insanlardan kalben uzaklaşmaktır". 18
Çünkü tokluk insanı gaflete ve şehvete sevkettiği gibi, verdiği rehavetten dolayı hakkıyla ibadet-i bedeniyyeye de mani olur. Onun için kanaatkarlık ve perhizkarlık yapan, yani eline geçenle yetinen ve fazlasını muhtaca veren, ancak Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşabilir; bu hususta sorumluluğu kalmaz.
Yani helalinden çok kazanmak için fazla çalışacak, yeteri kadarını kendisine ayırdıktan sonra, kalanını muhtaca verecektir. Bundan maksat, "fakir ilallah" dedikleri yalnız Hakk'a arz-ı ihtiyaç edip, halkın elindekilerden müstağni olmaktır. Müstağni olan sofînin nazarında,
"Müstağni o kimsedir ki, ona göre bir başakla, bir harman arasında fark yoktur". Elinde hangisi bulunursa fark etmez, başkalarının elindekini de öyle görür.
"Tasavvufun aslı, Kitab ve sünnete yapışmak; hevâ, heves ve bid'atleri terk etmektir". 19
Tasavvuf, ahkâm-ı dine ve sünnet-i Resûl'e sarılmaktan ibarettir.
AMR BİN OSMAN EL-MEKKî:
"Tasavvuf, zamanın en uygun vaktinde, kulun her an Hak ile meşgul olmasıdır". 20
Uyku ve hacatın kazası gibi zamanlar haricinde, kalbin her an Hak ile meşgul olmasını da tasavvufun tarifi içine almıştır ki, bu da bir zikirdir.
SÜMMÜN EL-MUHİB:
"Tasavvuf, hiçbir şeye malik olmamak ve bir malın esiri bulunmamaktır".
Hiçbir şeye malik olmamak, mal ve mülkünü nefsine mal etmemek, o malda başkalarının hakkı bulunduğunu, asıl sahibinin Malikü'l-Mülk olduğunu, kendisinin onu yerli yerinde sarfedecek küçük bir haznedar olduğunu bilecek ve ona göre davranacak, sûret-i sarfı Kur'an'dan öğrenecektir. Hiçbir zaman kendini mal ü menâl sevgisine kaptırmayacaktır. İşte o zaman masivadan ilgisini kesmiş olur.
"Eğer sende dünya ile kıl kadar iç rabıtası bulunursa, senin Hakk'ın manevî nimetlerinden mahrum kalmaklığın tabiîdir. O kıl kadar alaka bir zünnar, yani alamet-i küfürdür ki, insanı şirk-i hafiye götürür, harem-i İlahî'de de namahremdir, yabancıdır".
Kıl kadar kalsa vücudundan eser,
Alamazsın kıl kadar andan haber.
Kelim Hemedanî bir beytinde bu mazmûnu ne güzel beyan eder:
"Hak'tan başkasına olan rabıtanı kesmedikçe, bütün ibadetlerin boşunadır. Bu alakadan başını koparıp kurtarmadıkça, başını secdeye koymaya müstahak değilsin".
Yine Kelim başka bir beytinde şöyle tasvir yapar:
"Alakalar, bu dünyanın levazımındandır, yalnız neş'esi değil, hem de zînetidir, süsüdür. Hükümdarların zindanlarında mahkumlara vurulan zincir şakırtıları, hapishanenin ihtişamını gösterir".
Yani, demek istiyor ki, alakadan zahiren kurtulmak mümkün değildir. Evlat muhabbeti, torun sevgisi, onları memnun etmek için sarfedilen gayretleri ve a'mal-i hayriyye, bu dünya neş'esinin zaruretleridir. Nasıl olsa insan bunlara mahkumdur. Bunlar ise birer esaret alameti olan zincirdir. İşte, zincire kıymet vermemek, zindan hayatının serbest, kayıtsız, zincirsiz hayattan farklı bir yaşayış olmadığını nefsine telkin edip, kabul ve hazm etmek, zincir vurandaki hizmeti düşünmek, eğer bu hal seni üzüyorsa, "Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır" 21 ile müekkeb tebşirat-ı sübhâniyyeyi düşünerek, bütün kayıtlardan ruhun selameti için sabra sarılmayı bilmek lazımdır.

Re: tasavvufun tarifi

Gönderilme zamanı: 25 Haz 2009 17:32
gönderen dilaverkizak
CÜNEYD-İ BAĞDADÎ:
"Tasavvuf, Hakk'ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir".
"Tasavvuf, mâsivâ ile alakayı keserek, Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır". 22
Masiva ile alakayı kesmek demek, Hak'tan gayrı olan herşeyi terketmek demektir.
Masiva şâibesinden dili tathîre çalış
Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış.
Evet, masiva ilgisi kalbte bir lekedir; Hakk'ın kalbe tecellisine manidir. Bu leke ancak hikmet ve irfan güneşiyle giderilebilir. Hikmet, ilmin mahiyyetini araştırmaktır; irfan ise bir nevi' sezerek anlayıştır, ayrı bir mevhibedir.
Mâsivâ nasıl terk edilir?
Acaba bu masiva nasıl terk edilecektir? Bunun için ashab-ı tarik birtakım yollar göstermiştir. Bunların arasında üzerinde en çok durulan zikir yoludur. Zikir yolu, en kestirme bir tarik ise de, zikrin ne yolda yapılacağını iyi bilmek lazımdır. Yoksa şairin:
"Tesbih elde, tevbe dudakta iken, gönül günaha girilecek bir iş düşünecek olursa, bizzat günahın kendisi, yani onu bize telkin eden şeytan, bu tevbemize gülecektir".
Nâbi de bu manada şöyle söyler:
Leb zikirde ammâ ki gönül fikr-i cihanda
Kaldı arada sübha-i mercan mütereddid.
"Bizim dudaklanmız zikr-i Hak'la meşgul iken, fikrimiz dünya işleriyle alakalı bulunursa, eldeki mercan tesbih de tereddütte kalır".
Maddeye gönül vermemek
Şimdi sâlikin masivadan kendisini nasıl sıyırabileceğini dü-şünelim:
İnsan, hayatı müddetince masiva ile beraber yaşar. O halde bundan kurtulma yolu nedir? Tabiî insan, yaşamak için yiyecek, içecek, yatacak, yakacak, doyacak, sevecek, bütün hayatî ihtiyaçlara bağlanacağı gibi, mehâsine de gönül verecektir. İşte, tarikat dervişe zikir, fikir ve aşk yoluyla bunları gönülden nasıl çıkaracağını bildirir.
Masivadan ilgiyi kesmek demek, maddeye gönül vermemek, ona bağlanmamak demektir; yoksa madde ile meşgul olmamak demek değildir. Sofî, herkes gibi umumî hayata karışacak, kendi işini ve başkalarının işlerini yapmaya çalışacak, mukadderse zengin olacak, hiçbir surette Hak'tan ayrılmayacaktır. Fakat bünün bunlara gönlünü bağlamıyacak, Malikü'l-Mülk'ü düşünecek, bugün kendi elinde Hakk'ın emaneti ve atası olan her türlü nimetin, yarın başkasının eline geçmesinin tabiî olduğunu teemmül edecek ve kaybından dolayı asla müteessir olmayacaktır.
Bir mutasavvıf şairin:
Ehl-i tevhid olmak istersen sivâya meyli kes,
Aç gözün merdâne bak, Allah bes bâki heves.
Dediği gibi, Hak'tan maâdasına gönülde yer veren kimse, muhabbet ve aşk ile şirk-i hafiye kadar gidebilir. Her ne kadar bazı tarik erbabı "Hakikate, mecaz köprüsünün geçilerek varılır" demişlerse de, erbabı, bunun hududunu tayin eder.
Mal ve nefisle mücadele
"Tasavvuf, sulh ile değil, cenk ile hasıl olur". 23
Tasavvuf, mücadele ile elde edilir. Cenab-ı Hakk'ın emri, önce mal ile, sonra nefisle mücadele etmektir. Mal ile mücahede, zarüriyyat-ı şer'iyye dışında kalan servetini, malını, mülkünü infak etmek suretiyle yapılır. Zarüriyyât-ı şer'iyye, kendisinin ve ailesinin yiyeceği, yiyeceği, yakacağı, yatacağı şeylerden ibarettir. Bunun dışındakini infak etmek Allah'ın emri muktezasıdır. Kur'an-ı Kerim'de:
"Ne vereceklerini sana sorarlar, de ki: Artanı!" 24 buyurulmuştur.
İnfak hakkındaki bütün ayet-i kerimeler bu esasa irca edilir.
Nefis ile mücahedeye gelince: Nefsin meşru olmayan bütün dileklerine karşı gelmektir. Nefsiyle mücadele, vatana saldıran düşmana karşı cihad, sulh zamanında memleket içinde zulme karşı mücahede, hakkı korumak için yapılan çabalar, nefsinin hevesatına kapılmamak için her türlü mehârim ve mekârihten ictinab, nefis ile mücahede medlûlünde mündemiçtir.
"Tasavvuf, toplulukla birlikte zikir, dinleyenlerle birlikte vecd ve işlenmek suretiyle de ameldir". 25
Toplum içinde, halk arasındaki derecat-ı mütefâviteyi, mahlûkatın tenevvü'-i bi-nihayesini, sibgatullahın renk renk tecellîlerini görüp zikretmek ve bunu görmeyenlere anlatarak onlann kendisiyle birlikte vecidlerini husûle getirmek ve a'mâl-i sâliha ile örnek olmak tasavvuf ehlinin başlıca şiârıdır.
"Tasavvuf, kulun kendisiyle kaim olduğu bir vasıftır. Cüneyd'e: O Hakk'ın sıfatı mıdır? dediler, O da: Sıfat olarak "Hakk'ın, resim olarak halkındır, diye cevap verdi". 26
Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğunu sordukları zaman: "O bir hâldir ki, daima kul ile beraberdir" buyurmuş. "Bu hal Hakk'ın sıfatının tecellîsi midir, yoksa halkın evsâfından mıdır? denilince: "Sıfat olarak Hakk'ındır, merasim ve şekil olarak da halkındır" demiştir.
Allah ve Resûlünün ahlakı
Peygamber Efendimiz: "Allah'ın ahlakıyla ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurmuştur.
Bu, Allah'ın ve Resûlünün evsafıyla muttasıf olmak demektir. İmdi, bütün esma-i hüsna ve evâmir-i ilahiyye Hakk'ın evsafının tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sünnet-i resûl kezâ, Peygamber Efendimizin evsaf-ı seniyyelerindendir. Bunlara uymayı nefsinde kabul eden kimse Hakk'ın sıfatını iktisab etmiş olur. "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" sırrı tecellî eder. Sîrete ittiba ile sünnetin ifası da yine evsaf-ı peygamberi ile muttasıf olmaktır. Bununla da: "Ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlâklamnız" hükmü zahir olur.
Bunların, kabul ve imanı, sıfat-ı Hak'la tehallî etmektir; icrası da merasimdir, halka aittir.
Erbab-ı tasavvuftan biri bu hususu ne güzel hülasa etmiştir:
"Hayatın öyle geçsin ki, öldükten sonra bir yolun toprağı olursan; senin üstünden geçenlerin yolun tozundan bile müteessir olduklarım işitmeyesin."
Pertev Paşa bu manayı şu şekilde tafsil ve izah eder:
Ne semmet bülbülün verdin, ne de hârden incin
Ne gayrın yarine meyl et, ne sen ağyârden incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh ü zârden incin
Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.
"Zahir ile amel et, sana yeter"
Cüneyd'e gelerek tasavvufun ne olduğunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakın onun hakikatlerinden bir şey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.
Yine Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini araştırmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmuştur ki, herkes kendine göre mana vermeye kalkıp te'villere sapmasın ve günaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmuştur.
Şîrazlı Hafız bir kabasofuya şöyle demiştir:
"Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, çünkü bu kainatın esrarı senin ve benim gözüme kapalıdır ve öyle kalacaktır".
MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:
"Tasavvuf, serâire ıttılâın verdiği safâ ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir". 28
Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir. Bütün efal ü muamelatında Hakk'ın rızasını düşünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabıdır.
Bilinmemek, faydasızdan sakınmak
"Tasavvuf, mâsivallahdan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır". 29
Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasına rağmen müstağni görünmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçaklığına) kapı açıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.
İkincisi, hüviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayrı gözetmektir.
ALÎ BİN EL-ISFAHANî:
"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır". 30
EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:
"Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan şeyleri iltizam etmektir" 31
Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın içinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp için çalışmaktır.
EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:
"Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olanı müşahede etmek için her noksandan gözü yummaktır". 32
Kemal-i mutlakı Hak'da müşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan görür. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine göre bir ayb, kusur ve noksanı vardır. Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yüz gösterir. "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.
Ahmed Paşa "Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur. Fakat erbab-ı tasavvuf hiçbir şeyde noksan aramıyacaktır. Noksandan göz yumacak, yani noksanı görmeyecek, noksan gördüğü zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.
"Senin vücudun bir ayıptır. Bunun üzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sözü insanın baştan aşağı kusur olduğunu gösterir.
"Küsûf güneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da güzel bir ders-i ibrettir:
"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsün; halkın ise binbir dili vardır. Gözlerin sana, başkalarının ayıplarını gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gözü sana bakıyor, de".
EBÛ'L-HASAN EL-MÜZEYYEN:
"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır". 33
Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte müntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir. Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet düşünülerek tabiî karşılanmasıdır. Hele kendini aradan çıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını düşünecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:
Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vâr
Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de imânı da.
Beytinden de anlaşılacağı üzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medârdır. İman itaat, küfür isyandır. Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından küfür mefhumu zihne tebadür etmiyeceği için lafz-ı bî-mana kalıyor.
Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar" 34 vasf-ı sübhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar. İmana inkardan geçilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor. Bu, insan için bir salah-ı küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamıyor. Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne çıkarmakla mümkün olabiliyor.
Halka rehber olmak
İmdi, süllem-i rızadan, arş-ı hakikate yükselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah'ı anarlar..." 35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan çıkarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın içinde onlara rehber olarak çalışmakla mümkündür. Bu bir hususiyettir. Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün değildir.
Kişinin hüviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum içindir. Havâss-ı mümtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapça bir beyit şöyle der ki: "Kişi işiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlaşılamaz".
Vasılîn me'mur olmadıkça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecât, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır. Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.
EBÛ YA'KÛB:
"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır". 36
Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mâtuf bulunduğu için, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir. Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürşid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.
EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:
"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır". 37
Sabır ve rıza yukarıda geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek çoktur. Bir Arap şairi şöyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere geçerse kıymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır için yapılan muhaceretler de böyledir.
EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir". 38
Lüzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, örfün, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir. İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hiç bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur. Bu yalnız sofî için değil, medenî her insan için lüzumlu bir vasıftır.
EBÛ'L-HASAN EL-BÜŞENCÎ:
"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir". 39
Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
Bağlıdır dâman-ı haşre rişte-i tûl-i emel
Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.
Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Ümid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şöyle söyler:
Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd
Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd
Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.
Sonu gelmeyen emeller
Evet, insanın ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır. Maziye dönüp baksan, uzayıp gitmiş bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlık. Bu dünyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur. Binâenaleyh böyle yokluğa müncer olan varlıktan feryad!
İşte insana düşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam içinde çalışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.
EBÛ AMR BİN EN-NECÎD:
"Tasavvuf, emir ve nehiy hayatında sabretmektir, yani Cenab-ı Hakk'ın emirlerine râm olmak, nehyettiği şeylerden de kaçınmaktır". 40
Emir ve nehiyleri gönülden hüsn-i telakki etmek, bunların icrasında veya sakınmasında güçlük varsa, onlara tam bir inkıyad ile sabretmek, tasavvuf ve sülûk icabıdır.
ŞEYH EBÛ ÎSHAK İBRAHİM EL-KARZÛNÎ:
"Tasavvuf, iddiaları terk ve manaları gizlemektir." 41
Tasavvuf erbabı, bir iddia sahibi olmayacaktır. Bildiği hakikatleri muhatabının seviyesine göre açıklayacak, muhatabının umumî bilgisinin kavrayamayacağı hakayıkı tafsil etmeyecektir. Ne, ben bilirim bu böyledir, diyecek, ne de anlaşılmayan ve işitilmemiş mefhumları rastgele açıklayacaktır.
"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır" 42 ayet-i kerimesi onun düstür-i reşâdeti, "İnsanlara, akıllarının aldığı derecede hitap ediniz" vecizesi sözlerinin rehberi olacaktır.